3 Eylül 2019 Salı


Karşılaştırmalı Bir Analiz Yazısı Olarak Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'da 'Kadın'

Kadının yaratılışı, kız çocuk, eş ve anne olarak konumu, erkek karşısındaki statüsü, ferdî ve içtimaî hayattaki hak ve yükümlülükleri gibi açılardan tarih boyunca birbirinden çok farklı telakki ve uygulamalara konu olması, toplumsal yapıyla olduğu kadar din ve öğretilerin bu alanda getirdiğiyle de yakından bağlantılı bir husustur.


Tarih boyunca çeşitli toplumlarda kadının farklı statülerde bulunduğu, anaerkil aile yapısının geçerli olduğu bazı ilkel topluluklarda kutsallaştırıldığı, bazılarında ise erkeklerle eşit statü ve haklara sahip bulunduğu, ataerkil topluluklarda çoğunlukla erkeğe göre ikinci derecede bir statü taşıdığı ve hatta bazı kültürlerde hemen hemen hiçbir hak ve değere sahip olmadığı genel bir tesbit olarak söylenebilir.  
 
İnsanın yaratılışı konusunda bilinen en eski izah denemeleri olan Sumer ve Bâbil yaratılış efsanesinde insanın tanrılara hizmet için ve topraktan biçimlendirildiği belirtilmekteyse de kadının yaratılışına dair bilgilere rastlanmaz (Hooke, s. 46-47; Kramer, s. 131-141). Bununla birlikte Hammurabi kanunlarında kadın haklarına, özellikle de evlilikle alâkalı yükümlülüklere dair kadın lehine yapılmış bir kısım düzenlemeler mevcut olup bunlar büyük oranda yahudi şeriatındaki kurallarla benzerlik hatta ayniyet içindedir. 
 
Eski Yunan’da kadınların hiçbir politik hak ve yetkisi yoktu. Miras erkek çocuğa düşerdi. Tek kadınla evlilik temel ilkelerden biriydi. Evli kadının sadakatsizliği büyük suçtu. Erkek hiçbir sebep olmadan karısını boşayabiliyor, kadın da dilediğinde boşanabiliyor ve çeyizini geri alabiliyordu. Kadınlar dinî âyinlere katılır ancak erkeklerden ayrı otururlardı. Yunan/Helen dünyasında bir kadın için en yüksek ve onur verici iş rahibe olmaktı. Rahibelik devletin tanıdığı yüksek bir memuriyetti ve rahibelerin çoğunu evli kadınlar teşkil ediyordu.  Kadın evlenerek baba hâkimiyetinden koca hâkimiyetine geçiyordu ve kocanın mutlak hâkimiyeti vardı. Monogaminin esas olduğu Roma’da aileye önem veriliyor, erkeğin zina eden karısını affetmesine müsaade edilmiyordu. Kadının kısırlığı boşanmayı haklı kılıyor ve sadece erkek boşayabiliyordu. Kız evlât aile dinini devam ettiremeyeceği için pek makbul sayılmıyordu 
 
Yahudilik’te Kadın
 
Yahudilik’te kadının rolü eski dönemlerden beri var olan ataerkil toplum yapısına uygun olarak şekillenmiş, sosyal fonksiyonlar cinsiyete göre tesis edilmiştir. Tevrat’ta kadının yaratılışıyla ilgili iki kıssadan birincisine göre kadın erkeğe eşittir ve ikisi de Tanrı’nın sûretinde yaratılmıştır. İkinci kıssaya göre ise kadın, erkeğin kaburga kemiğinden ve onun yalnızlığını gidermek üzere uygun bir yardımcı olarak yaratılmıştır (Tekvîn, 2/21-22). Kadının erkekten yaratılmasının sebebi aynı bütünün parçaları olmaları dolayısıyla birbirlerine bağlanmaları, parça bütüne tâbi olduğu gibi kadının erkeğe tâbi olmasıdır. Bu tâbi oluş, kadının yasak meyveyi yemesi ve eşine de yedirmesi sebebiyle daha da ön plana çıkmıştır. Tanrı emre itaatsizliği yüzünden kadını cezalandırmış, zahmetini ve gebeliğini daha da çoğaltacağını, ağrı ile evlât doğuracağını, arzusunun kocasına karşı olacağını ve kocasının da kendisine hâkim olacağını bildirmiştir . Kadının erkekten sonra ve ondan bir parça olarak yaratılması, erkeğin kadına ad koyması erkeğin hâkimiyeti ve kadının ona boyun eğmesi olarak yorumlanmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes geleneğinde erkek kadının efendisidir. İbrânîce’de kocaya verilen isimlerden biri de “baal”dir ki efendi anlamındadır.  Kadının birinci görevi ve varlık sebebi çocuk doğurmak  ve yuvaya bakmaktır. 
 
 
İbadette kadının rolü ikinci derecededir. Kadın din görevlisi olamaz. Yahudilik’te kadınlar cemaatten sayılmazlar ve cemaatle ibadete iştirak edemez sadece uzaktan izleyebilirler. Kadınlar cenaze merasimine de katılamazlar. Kadının âdet görme ve çocuk doğurmasıyla ilgili özel kirlilik süresi ibadet yapmasına engeldir ve temizlenme kuralları söz konusudur. Yıllık üç hac sadece erkeklere şarttır. Kadın da erkek gibi adak adayabilir, fakat babasının veya eşinin iznini alması şarttır. Erkeğin belli durumlarda karısını boşama hakkı vardır. Tevrat’ta erkeğin, evlendiği kadında utanılacak bir şey bulduğunda eşini boşayabileceği belirtilmektedir. Kadın kocasından ve erkek kardeşi varsa babasından mirasçı olamaz ve kadının şahitliği geçerli değildir 
 
Tevrat kadınlara erkekler gibi giyinmeyi yasaklamaktadır (Tesniye, 22/5). Diğer taraftan kadının başını örtmesi gerekmekte, kadının başını açma ise kâhin tarafından bir aşağılama olarak yapılmakta, halk içinde başı açma küçük düşürücü bir davranış olarak kabul edilmektedir.. Yahudi bilginlerine göre saçının örgüsünü gösteren evli kadın cezalandırılmalıdır. Talmud’a göre bir kimse halk içinde başını açan karısını boşayabilir, bazılarına göre ise başı açık kadının bulunduğu evde kutsal metinlerin okunması yasaktır . Kadının başını örtmesi şart olmasına rağmen peçe takma zorunluluğu yoktur. Miriam, Deborah, Hulda gibi peygamberler veya Ruth, Ester gibi önemli rol üstlenmiş kadınlar da olmasına rağmen İsrâil cemiyetinde kadın kamu alanının dışında bırakılmıştır. 
 
Günümüzde yahudi muhitinde kadınla ilgili farklı yeni yorumlar getirme eğilimleri de söz konusudur. Kadınlar gittikçe artan oranda erkeklerle eşit rol oynamayı ve Yahudiliğin kadına karşı tavrının yeniden gözden geçirilmesini istemektedirler. Bugünün dünyasında is Yahudilikteki kadın mevhumu yeni şartlara ve feminizmin etkisine daha açıktır vekadınlar yahudi ibadetindeki rollerini daha da arttırmakta ve sağlamlaştırmaktadırlar. Amerika Birleşik Devletleri’nde Hebrew Union College 1972’de ilk kadın hahamı tayin etmiştir. Reconstructionist Rabbinical College, 1967’deki kuruluşundan bu yana Rabbinik etütlere kadınları da almakta ve 1974’ten beri karı koca rabbiler orada görev yapmaktadır. 1983’te Jewish Theological Seminary Rabbinik etütlere kadınların kabulünü onaylamıştır. İngiltere 1985’te, Fransa 1990’da bir kadını hahamlığa getirmiştir. 
 
Hıristiyanlık’ta Kadın
 
İnciller’de Hz. Meryem başta olmak üzere muhtelif kadınlardan bahsedilmektedir. Îsâ sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da kadınları yüceltmiş, İncil’i yayma işine seçtiği kadınları da katmıştır. Yeni Ahid’de erkekler gibi kadınlar da Mesîh’in doktrinine muhataptır ve onu dinleyip peşinden gitmiş, Îsâ Mesîh vasıtasıyla şifa bulmuş ve günahları bağışlanmıştır 
 
   İncil'e göre Hz. meryem ve Hz. İsa Tasviri
 
Kilisenin kurucusu Aziz Pavlus'a göre erkek kadın için değil kadın erkek için yaratılmıştır ve bu sebeple kadınlar rabbe bağlı olduğu gibi kocalarına bağlı olmalıdır. Çünkü Mesîh nasıl kilisenin başı ise erkek de kadının başıdır. Pavlus kadına çözülmez bir bağla bağlandığı kocasına itaati tavsiye eder. O kurtuluşunu annelik görevlerini yaparak, çocuklarını imanlı yetiştirerek, iyi işler yaparak sağlayabilir. Pavlus kadınların kilise toplantılarına katılabileceklerini, ancak söze karışmamalarını, çünkü kadın erkeğe bağımlı olduğu için öğrenmek istediklerini evde kocalarından sorabileceklerini, kadınların başlarını örtmelerinin zorunlu olduğunu ve yalnız bu şekilde kilisede dua edebileceklerini söylemektedir
 
 
Hıristiyanlık kültüründe kadın yasak meyveyi Âdem’e yedirerek onun cennetten kovulmasına, böylece insan neslinin günahkâr olmasına sebep olmuştur. Kadın yeryüzüne günahı getiren, erkeği mahveden, baştan çıkarandır. Bu sebeple kilise babaları evliliği zorunlu bir kötülük olarak görmüşlerdir. Hıristiyanlığın ilk döneminde kadınlar sessizlik, iffetlilik, yardım severlik ve sadece dua edicilik yönleriyle ön planda idiler, ancak daha sonra kaygılar dile getirilmiştir. Justin Martyr, Irenaeus, İskenderiyeli Clement, Origene ve Tertullian gibi ilk kilise babaları kadını melekleri baştan çıkarmak ve insan soyunu kötülüğe itmekle özdeşleştirdiler. Onlar Havvâ’yı, ilk işlenen günah sonucu sadece şehveti değil ölümü de dünyaya sokması sebebiyle ayıplarlar. Onların kadınlarla ilgili sözleri, âdeta kadın cinsine karşı bir düşmanlık ve ağır hakaretler içerecek olumsuzluklar taşır. Aziz Ioannes Chrysostomos veya Augusti’nin bu konudaki sözleri de böyledir. Nitekim Aziz Augustin kadınları kötülük dolu, kıskanç, kararsız ve tutarsız, bütün tartışmaların, kavgaların ve haksızlıkların kaynağı olarak takdim eder ve evlilikteki ilişkiyi de günah olarak görür. Nitekim Papa Gregoire, karı kocaların ilişkilerinin de günahtan hâli olmadığını ifade etmiştir. Katolik kilisesindeki nikâh töreninde okunan duada, “Günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken” denilmesi bu anlayışın ürünüdür. Cinsî ilişkinin günah sayılması evlilikten uzaklaşılmasına sebep olmuş, II. yüzyıldan itibaren kutsal bâkireler kurumu ortaya çıkmış, bunlar kendilerini bâkire olarak yaşamaya ve kiliseye hizmete adamışlardır. Kutsal bâkireleri kadın münzeviler izlemiş ve böylece kadın manastırları oluşmuştur. Manastıra kapanan rahibeler temizlik sembolü olan Hz. Îsâ’nın eşleri olacaklardır. Hz. Îsâ temizlik sembolüdür, çünkü Hz. Meryem onu cinsî ilişkiye girmeden doğurmuştur. Şu halde yapılacak tek şey Meryem gibi temiz ve iffetli kalmaktır. 
 
 
Ortaçağ hıristiyan dünyasında kadın ve evlilik öylesine kötülenmiştir ki Mâcon Konsili’nde kadının ruhunun olup olmadığı tartışılmıştır. Buna bağlı olarak o dönemde kadının sosyal hayattaki durumu daha da kötüleşmiş, XII. asırdan itibaren Batı’da büyücü ve cadı avı başlamış, pek çok kadın cinlerle ilişkisi olduğu iddiasıyla yakılmış veya suda boğulmuştur. Ortaçağ boyunca hıristiyan dünyada, özellikle de kilise muhitinde yaratılış hikâyesinin temel alınarak bütün kadınların insanoğlunun düşüşüne sebebiyet verdiği kabul edilen Havvâ ile özdeşleştirilmesi ve ikinci derecede varlıklar olarak görülmesi, diğer taraftan Havvâ’nın antitezi olarak bir başka kadının, Meryem ananın öne çıkarılıp onun tanrı annesi olarak takdim edilmesi, yeni dönemde ise bu aşırılıklara tepki olarak feminizm ve kadın hakları tezinin ön plana çıkması, Hıristiyanlığın kadın konusundaki tarihî tecrübesinin bir özeti mahiyetindedir. 
 
İslâm’da Kadın. 
 
İslâm toplumlarında kadının gerek aile hayatında gerekse siyasî, hukukî, sosyal ve ekonomik alanlardaki konumunu bir taraftan dinî kurallar, diğer taraftan sosyal ve siyasî çevre, etnik yapı ve İslâm öncesinden gelen kültür mirası belirlemiştir. Bu sebeple İslâm dünyasında kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta aynı bölgede ve aynı zaman dilimi içinde yaşayan kadınlar arasında bile şehirde veya kırsal kesimde bulunmalarına göre farklılıklar olmuştur. Ancak bu, İslâm toplumlarındaki kadınların bütünüyle farklı kimlikleri temsil ettiği anlamına da gelmez; onlar sosyal, hukukî ve ekonomik konum bakımından her dönemde belirli ortak çizgilere sahip olmuşlardır. 
 
İslâm dini, gerek İslâm öncesi Arap toplumundaki dinî anlayış gerekse yerleşmiş örf ve âdetlere nisbetle kadının sosyal, ekonomik ve hukukî konumunda önemli değişiklikler yapmıştır. Kur’an, insan olması bakımından kadını erkekle eşit bir varlık olarak kabul eder. Allah insanları daha huzurlu ve mutlu bir hayat sürmeleri için çift yaratmıştır (en-Nisâ 4/1; er-Rûm 30/21). İslâm’da ilk kadın tarafından işlenen ve erkeğin de işlemesine sebep olunan aslî günah anlayışı yoktur. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Âdem’le Havvâ’nın şeytan tarafından müştereken kandırıldığından bahseder (el-Bakara 2/34-36; krş. Tâhâ 20/121). İslâm’da Hıristiyanlık’ta olduğu gibi ilk günah anlayışına dayanan kadın karşıtı bir söylem yoktur. Erkek olsun kadın olsun her doğan kişi günahsız doğar, sonradan işlediği fiiller sebebiyle sorumlu olur. 
 
 
Kur’ân-ı Kerîm’de gerek yaratılış gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir (Âl-i İmrân 3/195; et-Tevbe 9/71). Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları Kur’an’ın çizdiği bu çerçeveye uygundur. Onun şahsında kadınlar her zaman meseleleriyle ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarında ara buluculuk yapan, haklarını koruyan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve hâmi bulmuşlardır. Ayrıca unutulmamalıdır ki cenneti annenin ayakları altına seren dinin adıdır islam.
 
İslâm toplumlarındaki uygulamaların her zaman yukarıda belirtilen esaslara uygun olarak şekillendiğini söylemek mümkün değildir. Bazan kökleşmiş ataerkil aile anlayışı ve bu anlayış çerçevesinde kadın haklarını kısıtlayan telakki, âyet ve hadislerin yorumlanmasına dayandırılmak istenmiş, bazan da sıhhati şüpheli hadislere yaygınlık kazandırılarak bu yorumlara uygun bir zemin hazırlanmıştır. İnsana uğursuzluk getiren varlıklar arasında kadının da sayıldığı, “Üç şey uğursuzluk getirir: Ev, kadın ve at” hadisi (Buhârî, “Cihâd”, 47; Müslim, “Selâm”, 115-120; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 24) bunun örneklerinden birini teşkil eder. Bu hadis, her şeyden önce Hz. Peygamber’in İslâm’da uğursuzluğun olmadığını belirten beyanıyla çelişmektedir (Buhârî, “Ṭıb”, 43; Müslim, “Selâm”, 110-114). Ayrıca Ebû Hüreyre’nin böyle bir hadisi naklettiğini duyan Hz. Âişe’nin itirazı da dikkat çekicidir. Âişe: “Ebû Hüreyre hadisi tam olarak zaptedememiş, çünkü o Resûlullah şöyle derken içeri girmiştir: ‘Allah yahudilerin canını alsın! Onlar uğursuzluğun evde, kadında ve atta olduğunu söylerler’. Ebû Hüreyre sözün sonunu duymuş, fakat başını duymamıştır” 
 
Hz. Peygember döneminde kadınların Mescid-i Nebevî’de aktif bir dinî hayatından bahsedilebilir. Sahâbî kadınların gerek günlük namazlara gerekse cuma ve bayram namazlarına katıldıkları bilinmektedir. Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra kadınların namazlarını camide kılma uygulamasından rahatsızlık duyulmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Bunda, bazı kadınların dikkat çekecek şekilde süslenerek mescide devam etmelerinin rolü olmalıdır. Zira Hz. Âişe’den gelen bir rivayet bunu düşündürmektedir: “Eğer Peygamber kadınların kendisinden sonra neler yaptığını görmüş olsaydı Benî İsrâil kadınlarında olduğu gibi onları mescide gelmekten menederdi” (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 53). Burada Âişe’nin dikkat çekmek istediği husus, kadınların cemaate katılmaları değil camiyi süs ve ziynetlerini gösterme yeri olarak kullanmalarıdır. Yine Hz. Âişe’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem, “Ey insanlar! Kadınlarınızı ziynetlerini takarak mescidde gösteriş yapmaktan menedin” demiştir.
 
Kadının Hukuki Statüsü
 
Kadın İslâm hukukunda bir hak süjesi değil hakkın tarafıdır. “Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri, kadınların da kazandıklarından nasipleri var” meâlindeki âyet (en-Nisâ 4/32), her iki cinsin sadece mânevî kazanımlarını değil maddî kazanımlarını da vurgulamaktadır. Hukukî işlemleri yapma hususunda kadın esas itibariyle erkeklerle aynı konumdadır; erkekler bir hukukî işlemi hangi şartlarla yapabiliyorsa kadınlar da o şartlarda yapabilirler.
 
İslâm hukukunda aile reisliği denebilecek “kavvâm olma” yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın insanların bazılarını diğerlerine nisbetle farklı yeteneklere sahip olarak yaratması ve ailenin geçimi için çalışıp harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınlar üzerinde kavvâmdır” denilmektedir (en-Nisâ 4/34). Burada “kavvâm” kelimesi koruma ve yönetme hak ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifade etmektedir. Aile reisliğinin kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkacak karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyade fonksiyonel bir yetki farklılığının söz konusu olduğunu söylemek gerekir
 
İslâmiyet esas itibariyle tek evliliği önermiş, ancak gerektiğinde adaletli davranmak şartıyla çok evliliğe de izin vermiştir (en-Nisâ 4/3).  Bu teorik imkâna rağmen İslâm toplumlarında çok evliliğin yaygın olmadığını söylemek gerekir. Osmanlı tereke defterleri üzerinde yapılan araştırmalar, şehir veya kırsal kesimde yaşama durumuna bağlı olarak çok evlilik oranının % 5-9 civarında olduğunu ortaya koymaktadır. Edirne askerî kassamına ait tereke defterlerine göre 1545-1659 yılları arasında ikinci evlilik oranı % 7,18’dir (Barkan, III/5-6 [1968], s. 14). Bursa’da bu oran çok daha düşüktür (% 3,48; Özdeğer, s. 50). Bazı araştırmalar, Osmanlı şehirlerinde birden fazla eşle evlilik oranının % 9,27, köylerde ise % 3 olduğunu göstermektedir 
 
Ailede karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının aile içindeki konumunu yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca aile reisi olduğuna göre bu yetkinin aşırı kullanımının bir taraftan aile birliğini, diğer taraftan kadının kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, kocasına karşı itaatsiz (nâşize) durumuna düşen kadının önce nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılacağı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi (en-Nisâ 4/34), üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir. Âyette geçen “darb” kelimesinin yaygın anlamı olan “dövme”den başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır. Burada, ilâhî mesaja doğru mâna verilmesi açısından âyette sadece darb kelimesinin değil “nâşize”nin de ne anlamda ve hangi kapsamda kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir. 
 
Genel olarak “itaatsizlik” mânasına gelen “nüşûz” kelimesi, ailenin huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir müeyyideyle karşılanması, hem ailenin birliğini koruma noktasından hem de fiil ve müeyyide arasında gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur’an’ı yorumlamada birinci kaynak olan Hz. Peygamber’in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak niteliktedir. Hadis kitapları ve Resûl-i Ekrem’in hayatından bahseden eserler onun eşlerini dövdüğüne dair herhangi bir olaydan söz etmemektedir. Hz. Âişe, Resûlullah’ın eşlerini ve hizmetçilerini asla dövmediğini söylemektedir (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 51). Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Âişe’nin babası tarafından cezalandırılmasına da rıza göstermemiştir. Şu halde basit uyuşmazlık durumunda şiddete başvurulması önerilen bir yöntem değildir. Resûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında “yataklarını herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri”nin (zina etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerinden bahsetmektedir (Müslim, “Ḥac”, 47; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56; Tirmizî, “Tefsîr”, 9). Âyette geçen “nüşûz”un hangi davranışları içermesi halinde dövme cezasının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Vedâ hutbesindeki bu ifade dikkat çekicidir. Aslında klasik dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamber’in, müslümanların en hayırlılarının eşlerine en iyi davrananlar olduğunu ve kendisinin bu konuda örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin döveceğini ifade ederek onlara böyle davranılmamasını emretmesini göz önüne alan bu âlimler kadının dövülemeyeceğini veya faziletli davranışın onlara böyle bir cezayı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir (Abdülkerîm Zeydân, VII, 316-317). Fakat tatbikatta her zaman Resûlullah’ın bildirdiği bu esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Nitekim kocalarından kötü muamele gören ve dövülen kadınların mahkemeye intikal etmiş bir hayli şikâyetleri söz konusudur 
 
Kadının Miras Hakkı Meselesi
 
İstisnaları olmakla birlikte kadının miras payı aynı konumdaki erkeğin hissesinin yarısı kadardır. İlk bakışta kadının aleyhine olan bir hüküm gibi görünen bu düzenleme, İslâm hukukunun erkeğe yüklediği malî yükümlülük ve kocanın aile içindeki sorumluluğuyla birlikte değerlendirildiğinde daha farklı bir sonuca varılmaktadır. Ailenin geçim yükümlülüğünün tamamıyla kocaya ait olduğu, evlenme sırasında kocanın mehir adıyla kadına bir ödemede bulunduğu, ceza hukukunda ortaya çıkan “âkıle” gibi sosyal yardımlaşma uygulamalarına sadece erkeklerin katıldığı göz önüne alındığında iki cinse düşen net payın bir anlamda eşitlendiği görülür. 
 
Kadının Şahitliği Meselesi
 
Yargılama hukukunda bugün en fazla tartışılan konu kadının şahitliğidir. Kur’ân-ı Kerîm, bir borçlanma söz konusu olduğunda bunun iki erkekle veya bir erkek iki kadının şahitliğiyle tesbitini istemektedir (el-Bakara 2/282). Hukukçuların bir kısmı âyetin hükmünü genel düzenleme olarak kabul etmekte ve her türlü ihtilâfta iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi gerektiğini söylemektedir. Çoğunluk ise kazf suçuyla ilgili âyetteki (en-Nûr 24/4) şahit kelimesinin müzekker kullanımını dikkate alarak had ve kısas suçlarında sadece erkeklerin tanıklık yapabileceğini, kadınların tanıklığının geçerli olmadığını ileri sürmektedir. Ancak Arapça’da erkek ve kadınlar birlikte söz konusu olduğunda müzekker kelimenin kullanıldığı bilinmektedir. Bu sebeple kazf âyetindeki ifade, kadın-erkek ayırımı yapılmaksızın dört şahidin arandığı şeklinde de yorumlanabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de şahitlikle ilgili iki âyet daha vardır. Ölüm yaklaştığında iki şahit huzurunda vasiyette bulunulmasını tavsiye eden âyetle (el-Mâide 5/106) evliliğin sona erdiğinin şahitlerle belirlenmesini öğütleyen âyette (et-Talâk 65/2) erkek-kadın ayırımı yapılmaksızın mutlak anlamda şahitlerin bulunması istenmiştir. Bu âyetlerde de müzekker kelimenin kullanılması sadece erkek şahitlerin kastedildiğini göstermek için yeterli değildir. Nitekim bu kanaati paylaşan çağdaş yazarlar, görüşlerini teyit etmek için zina isnadına mâruz kalan kimsenin yeminle kendini temize çıkarması işlemini göstermekte ve burada erkeğin de kadının da dört şahit yerine geçmek üzere dörder defa yemin ettiğini (en-Nûr 24/6-9), dolayısıyla aralarında fark gözetilmediğini söylemektedir. Klasik hukukçular, bir erkek yerine iki kadın şahit aranmasını genelde kadınların unutkanlık gibi var sayılan zaaflarıyla açıklarken çağdaş araştırmacılar, kadınların o dönemde ticarî işlemlere erkekler kadar vâkıf olmamalarıyla izah ederler.
 
Bunu teyit eden bir başka örnek, Hz. Peygamber’in bedevînin şehirliye şahitliğinin geçerli olmadığını belirten hadisidir. Burada bedevînin şahitliğinin geçerli sayılmaması şehir hayatına yabancı olması ve hadiseleri yanlış algılaması ihtimaliyle ilgilidir. Kadınların doğrudan bilgi sahibi olduğu doğum vb. durumlarda sadece iki kadının, hatta zaruret halinde bir kadının şahitliğinin yeterli görülmesi, bir erkek yerine iki kadının şahitliğini istemenin ticarî tecrübe azlığından kaynaklandığını doğrular niteliktedir. 
 
Yakın dönem ve günümüz İslâm dünyasında iki ayrı istikamette bir kadın hareketinin başlaması sonucunu görmekteyiz. Bunlardan biri, İslâm kültürüne bağlılık endişesi taşımaksızın kadının ferdî ve sosyal konumunu değiştirmeyi hedefleyen hareket olup hukuk alanında da köklü değişiklikler getirmiştir. Buna Türkiye, Tunus ve devrim öncesi İran örnek olarak gösterilebilir. Söz konusu ülkelerde bir taraftan kadının Batı tipi bir modernleşme sürecinin gereklerine uyması teşvik edilir ve bazan zorunlu kılınırken diğer taraftan bunu destekleyen hukukî düzenlemeler yapılmıştır. İkincisi, İslâm kültürüne bağlılık ilkesini korumakla birlikte gelenek ve kültürel etkilerle dinîleştirilen bazı uygulama ve anlayışların terkedilmesi gerektiğini savunan, kadının sosyal ve hukukî konumunda yeni anlayış ve ihtiyaçlar ışığında değişiklikler yapma gereğini duyan harekettir. Bu hareket XX. yüzyıl itibariyle Osmanlı Devleti’nde, Mısır, Ürdün, Pakistan, Irak, Suriye, Malezya gibi ülkelerde etkili olmuştur.  Her iki görüş de halen birçok İslâm ülkesinde ciddi bir taraftar kitlesine sahip bulunmakta ve kadınları ilgilendiren gelişmeleri kendi düşünceleri istikametinde etkilemeyi sürdürmektedir. 
 
Müellif: Prof. Dr. Ömer Faruk Harman. (dinler Tarihi Profesorü)
Kaynak: İslam Ansiklopedisi

14 Ağustos 2016 Pazar


Faruk Beşer Hoca’da Hata Yapar!

Atilla Morçol
Konya/14.08.2015

Hatasız kul olmaz,suphan ve noksanlıktan münezzeh olan ancak Allah'tır ve Alim olanda Allah'tır ki O'nun ilminde asla araz bulunmaz,ilmi herşeyi hakkıyla kuşatandır. 
Faruk Beşer bir zamanlar Gülen Cemaati’nin fıkıhçılığına soyunmuş; bir süre orada kaldıktan sonra her nedense ki biz iyi bir nedenle olduğuna kaniyiz,ayrılma basiretini gösterebilmişti.
“'Kuran İslamı' ucubesi…” tabiri Faruk Beşerin Y.Şafak’taki 14.08.2015 tarihli nüshasındaki yazısından.
Tıpkı F.Gülen’in “Kuran Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı.Usulü din ulueması Hadisin Kurana ihtiyacından daha fazla Kuranın Hadise ihtiyacı vardır diyor” sözleri ile Beşer hoca’nın “Kuran İslamı Ucubesi” tanımlaması arasındaki benzerliğin arka planında ne var her talip akletmelidir.
Söz konusu Gazetedeki “Bir Cübbeliye Karşı Üç Cübbesiz” yazında Beşer Hoca tüm zaaflarını ele veriyor.
“'Enaniyet, ucub ve kişisel zaaflar' dedik, bir örnek vereyim; yetkili hadis hocalarımızın bu zevat ile cebelleşmeyi belki de zül saydıkları için olacak, bunlar hadisleri 'çöpe atıyorlar' da buna ses çıkarılmıyor. Bunu hadislerin beşer bir peygamberin sözü olduğu için değil, tevsiklerine güvenilemeyeceği gerekçesiyle yapıyorlar. Ama bunu yaparken de Hz. Ömer'in, hadisler gibi bir senedi dahi bulunmayan 'bize Kur'an yeter, başka kitaba gerek yok' sözünü mesnet alıyorlar. Menâkıp, megâzi ve tarih kitaplarındaki bilgilerin tevsik bakımından hadislerden çok gerilerde olduğu ve bunlardaki bilgiler üzerine hüküm bina edilemeyeceği her ehli ilmin malumu iken bu kabil kitaplarda Ebu Hanife'ye ya da Buhari'ye yapılan hakaretleri mesnet alıp, bakın bugün bizler eleştiriliyorsak biz de Ebu Hanife ve Buhari gibi büyük olduğumuz için eleştiriliyoruz demeye getiriyorlar. Çok çirkin. Daha da çirkini, meselâ Ebû Hanife'ye, akılcı yaklaşımı sebebiyle can simidi gibi tutunan bu zevat, akılcılıkta o kadar ileri gidiyor ki, yeri geldiğinde “Ebû Hanife ne anlar Kur'an'dan!” diyebiliyor. Yani bunlar “büyük”leri sadece üzerlerine basarak yükselecekleri basamaklar olarak görüyorlar.”
Beşer Hocanın Muhataplarına yüklediği tüm olumsuzluklar;yazısından alıntıladığımız bu Paragrafta kendine ait sıfatlar olarak karşımıza çıkıyor bir kere.
1-Beşer Hoca muhataplarına yaftaladığı 'Enaniyet, ucub ve kişisel zaaflar' bu olumsuz niteliklere bizzat kendisinin sahip olduğunu adeta ikrar ediyor.
” yetkili hadis hocalarımızın bu zevat ile cebelleşmeyi belki de zül saydıkları” sözü;bir kibirin,ucup ve enaniyetin göstergesidir.”Üç Cübbesiz” diye küçümsediği zevat,başta Beşer Hocanın kendisi olmak üzere hiçbir Hocanın dini bir meseleyi tartışmaktan “zül” duyacağı Hocalar (Taslaman ayırıyoruz.Zira kendisi Hoca değil,İslami ilimlerde vukufiyeti olan bir aydındır) değildir.
Beşer Hocaya sormak lazım;Sizin gibi fıkıhçı ve ehli Hadis;İslamoğlu ve Okuyan Hocalarla tartışmayı “zül” addediyorsa; herhalde Sizler, göklerdeki Meleklerle tartışıyorsunuzdur,bunumu demek istiyorsunuz!?
2-Kuranın talipler için yeterliliğine dair Kuranda onlarca ayet var;örneğin “Topluca Allah'ın ipine(Hablullah) sımsıkı sarılınız, ayrılığa düşmeyiniz,…”(Ali İmran 103) Nitekim Rasulullah’ta ashabıda zaten Kuran’la Dinini öğrenmiştir.
3-Evet “Menâkıp, megâzi ve tarih kitaplarındaki bilgilerin tevsik bakımından hadislerden çok gerilerde olduğu ve bunlardaki bilgiler üzerine hüküm bina edilemeyeceği her ehli ilmin malumu” dur. Ancak Halka Cübbeliler vasıtasıyla Kurandan önce ve daha önemli olarak anlatılanın Bunlar olduğunu Beşer Hoca bilmiyor olamaz.
4-Bir Cübbeliye karşı üç cübbesiz yaftalaması bile tek başına Faruk Beşer Hocanın Cübbeli Ahmet Hoca’nın uydurulmuş Din anlayışına daha yakın olduğunun delili niteliğindedir.
5- Faruk Beşer Hoca’nın da katıldığı “Koro” bunlar hadisleri 'çöpe atıyorlar' suçlaması;teamüden yani planlanmış bir iftiradan başka bir şey değildir.”Çöpe Atılanlar” Allah Rasulü adına uydurulmuş, Kuran ayetleriyle çelişen,Allaha suret, benzetme yapılan çirkin mevzuu rivayetlerdir.Ki Rasulullahı seven ve hürmet eden her mü’min o çirkin sözleri Rasulullah’a nispet etmez.
İslamoğlu Hoca’nın kendisinden bizzat duyduğum;”Rivayetleri Kuran kritiğine tabi tutarak bir sahih oluşturma” çalışması olduğunu hatırlatmak isterim.
Okuyan Hoca’nın sünnet anlayışının ise; sünnetlerin her birinin Kurandan bir dayanağının olduğu yönündedir ki böyle birine sünnet düşmanı demek bir cinayettir.
6-İmamı Azam Ebu Hanife hakkında İmamlar ve Sultanlar isimli eseri yazan bir kişi;“Ebû Hanife ne anlar Kur'an'dan!” demez.Bu iftirayı İslamoğlu Hoca tekzipte ettiğine şahidim.
Yalan,suizan,iftira,kibir,ucup,enaniyet zaten uydurulmuş dinde budur diyoruz.
Kuran Yüce Yaradan Allah’tan bir Hidayettir,Öğüttür;Ancak Muttaqiler için!

12 Mayıs 2016 Perşembe


Servet Anlayışındaki Cehaliyeye Dönüş!

Atilla Morçol
12.05.2016/Giresun

Halife Osman ra döneminde gizliden gizliye,Muaviye’nin Ali ra tasfiyesinden sonra da resmen;ticaret,servet,mülk konusunda cahiliye irtidat edilmiş ve hukuk ve ibadet bu resmi anlayışa göre Müslüman toplumda egemen olmuştur.

Bu gün hala bu kırılmanın eseri olarak; tüm İslam Toplumlarında egemen olan anlayış budur.

İslam; köleliği ortadan kaldırmak için gelmiş bir din iken ve bu hedefi gerçekleştirmek için bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak yani “fekkü raqabe” salih bir amel olarak Kur’an’da daha Mekke Döneminde zikredilmişken,nasıl oluyorda Rasulullah’tan 2-3 nesil (200 yıl) geçmeden kölecilik ve köle ticareti İslam toplumunda revac bulabiliyor?

Dini Allah’a has kılma(1) tecdidinde; uygulamaların,anlayışların vahiyle yeniden değerlendirilerek yeniden yapılandırılması,inşaası gerekmektedir.Tarihi Bu konuda mercek altına aldığımızda;  Eba Zerr’in çığlığının nedenleri daha iyi anlaşılmaktadır. Biriktirme hastalığının bir kırılma olarak İslam’dan savrulmaya yol açacağını, bu münevver insan; daha o günlerde anlamıştır.
O Bir Mesih(2) gibi insanları kenzin ve tekasürün saptırıcılığından ve elim bir azabtan korunmaları için hayatını bu yola adamıştır.

İslam, dünya nimetlerine değer vermemesine ve bağlılarını bu konuda sürekli uyarıyor olmasına rağmen, servet düşkünlüğünün bir virüs gibi ümmet içinde yayılması,Sömürgeciliğin oprtaya çıkışını ve peşinden Hicri 200 lerde Afrika’nın ücra köşelerinden devşirilmiş(!) siyahi insanların köle olarak devlet eliyle İslam coğrafyasına taşınması ve üretimde karın tokluğuna çalıştırılarak istismar edilmiş olmaları gibi dramatik bir vakıaya yol açtığına şahit olmaktayız. (Bkz. İbn Kesîr in "el-Bidâye ve n-Nihâye" Zenc İsyanları) Bu istismarın temelinde servet düşkünlüğü,dünyaya rağbet yatmaktadır.
Servet düşkünlüğü baş gösterince de fert bazında haksız kazanç,devlet ve toplum bazında ise İstismar ve sömürgecilik ister istemez ortaya çıkıyor.

Allah’ın kenz yasağı(3); “zekat ve sadaka verildikten sonra kum gibi altın ve gümüş biriktirilir” anlayışı ile tevil ve tefsir edilmektedir.(4) Bu gün hala bu ayetlerin tefsirinde bu anlayış egemendir. Oysa İslam, Vahiyle ve Rasulullah’ın örnek sünneti ile sabittir ki; dünya nimetlerine rağbet etmemeyi,biriktirmemeyi,zühtü ve isarı tavsiye etmesi,ihtiyaç fazlasının infakını arınma ve kurtuluş vesilesi görmesi,gösterişi,lüksü ve israfı yasaklamaktadır.kerih görmektedir.

 Mal ve eşya (Servet) anlayışındaki bu büyük kırılma, İslamın özgün sosyo ekonomik yapısını ortaya çıkartıp eyleme dönüştürme  (Dini Allah’a has kılma) noktasında büyük bir engel olarak karşımızda durmaktadır.


Vahiyle yeniden inşaa sürecinde, anlayışların ve tahayyülün Kuranla yeniden formatlanması; yeni,kalıcı,kuşatıcı,cezp edici darusselamlar oluşturmamızı sağlayacaktır. 
........................................

1) 7 Araf 29 “De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (ona) doğrultun. Dini Allah'a has kılarak ona ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine ona) döneceksiniz." 

2) Rasulullah’tan bir rivayette;”Eba Zerr,Ümmetimin mesihidir.Yer ve gök ehli arasında Ondan daha doğru sözlü kimse yoktur!” buyurmuştur.
3) 9 Tevbe 34 “Ey iman edenler, Hahamlar ve Papazlardan bir çoğu, haksız yere insanların mallarını yerler. Onları Allahin yolundan alıkoyarlar. Ey Mu-hammed, altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeycnleri ise can yakıcı bir azap ile müjdele.”
9 Tevbe 35 “ Kıyamet gününde bunlar, cehennemin ateşinde kızdırılır. Bunl-larla, biriktirenlerin alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Onlara: "İşte kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler bunlardır. Şimdi biriktirdiklerinizi ta¬dın." denir.”
4) Kab ul Ahbar;muhtemelen Rasulullah’ın vefatından sonra müslüman olmuş bu yahudi asıllı bilgin dini konularda verdiği fetvalar özellikle Ümeyyeoğulları tarafından şevkle genel kabul görmektedir.Eba Zerr bu adamla girdiği savaşı kaybedecek ve Rebezeye sürülecektir.


28 Mart 2016 Pazartesi


KUR'ANDAN HABERSİZ

KURAN BİZE YETERMİ YETMEZMİ TARTIŞMALARI


Atilla MORÇOL

Giresun;28.03.2016

Bu soruya; Rasulullah’ın titizlikle uyduğu, Allah’tan bir hidayet,Nur,Hablullah olan ve  içinde hiçbir şüphe bulunmayan yegane Kitap Kuran ayetleri ışığında cevap aramak imani bir gerekliliktir.

Yüce Yaradan Rabbulalemiynin Öğüdüne Rabbin istediği ehemmiyeti vermeyenler,O’nun Elçisinin öğüdünü de anlayamazlar.

Doğru bildiğimiz yanlış ezberlerden kurtulmak;öncelikle her türlü asabiyetten kurtulmak ve Allah’ın Kitabı olan Kur’anı Dinde olması gereken konuma oturtmakla mümkündür.Ve içinde hiçbir şüphe olmayan bu Kuran’ın, Muttaqiler için hidayet olduğunu da bilmemiz ve iman etmemiz gerekmektedir.

“Şunu kat-i olarak biliniz ki; Bana Kur’an ile birlikte, onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin ‘Bize Kur’an yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz onu helâl, neyi de haram görmüşseniz onu da haram kabul ediniz.’ diyeceği zamanlar yakındır. Bilin ki, Allah Resûlü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” (Ebu Davud, Sünnet: 6, Tirmizî, İlim: 10, İbni Mâce, Mukaddime: 2, Dârimî, I, 117)

Bu Rivayet sahihmidir mevzuu/uydurmamıdır bilemem ancak bu Rivayeti gündeme getirenlerin Kur’anın yani Hablullahın Dindeki konumu noktasında kafalarının karışık olduğu kesindir. Kuran hakikati ile Bildiğimiz şudur ki;Rasulullah dinini ve imanını Kuranla öğrendi,risaleti boyunca da hep Kurana davet etti,Kurana uydu.

Bu rivayette geçen Kuranın benzeri nedir?Sünnetmidir hadismidir?Aslında kasdedilen de Hadistir.Kuran’ın benzeri ise; neden Kuran gibi titizlikle inzali sırasında Vahiy Katiplerince yazılması/zaptedilmesi söz konusu olmamıştır?Zanni olan,6-7 ravinin birbirine rivayeti ile söz konusu olan Hadislere nasıl “Kuran gibi” denebilir?

Peki Bu rivayeti tekzip eden;Müslim,İbn Mace,Ebu Davut rivayeti olan; "Size öyle bir şey bırakıyorum ki,eğer O'na sımsıkı sarılırsanız asla delalete düşmezsiniz;O  Kitabullahtır." sözünü nereye koymak gerek!?
 
Uydurma bir sözü Rasulullah’a nispet etmek büyük bir vebal olduğu malumdur.

Sahabenin büyüklerinden Ebu Bekr ra 142,Ömer ra 538,Osman ra 146,Ali ra 536,Hasan ra 13,Huseyin ra 8 Hadis rivayetinde bulunduğu bilinirken,
Rasulullah dönemine Müslüman olduktan sonra ancak 3 yıl ulaşmış Ebu Hureyre 5.374 Hadis rivayet etmesi garib değilmi?
İbni Saad’ın “Tabakat”ında, İbni Hacer’in “İsabe”sinde ve diğer Ehl-i Sünnet alimlerinin muteber kitaplarında Ebu Hüreyra’nın Hayber’in fethinde Müslüman olduğu yazılıdır.

 Buhari’nin rivayetine göre (Sahih-i Buhari’nin “Alamat’un- Nübüvvet’i fi’l- İslam” babında) Ebu Hüreyra’nın Resulullah (s.a.a) ile üç yıldan fazla görüşmeye muvaffak olmadığı belirtilir.

İsrailiyat kültürünün Ebu Hureyre rivayetleri ile İslama girdiği iddiasınının doğru olup olmadığını da Ebu Hureyre rivayetlerini bilenlerin vicdanına havale edelim.

Her aklı selim bilirki;Rasulullah’ın tartışmasız en büyük Sünneti Kurana uyması,Kuranı yeterli tek kaynak görmesi,Kurana davet etmesi,Kuranla uyarıp,Kuranla müjdelemesidir.Rabbimiz Allah’ın da Elçisine ve dolayısıyla bizlere, Kur'an da emrettiği budur.

“Doğrusu o Kur'an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz.” Zuhruf 44

Allah Rasulü risaleti boyunca Kurana titizlikle uysun,insanlara Kurana uymayı öğütlesin sonra da dönsün;bu rivayetteki “Kuran yetmez” manasına gelecek sözü söylemiş olsun. İyide bu rivayet NEDEN Müslim’de ve Buhari’de yok? Hiçmi düşünmüyorsunuz? Demekki Buhari ve Müslim bu rivayeti ciddiye almamış.Varmı başka izahı buyurun izah edin!

Kuran Bize yeter demek;bilakis Rasulullahı, O’nun Risaletini şeksiz şüphesiz kabulü,O’nun  sav örnekliğini,Sünnetini ve Kuranla çelişmeyen mütevatir hadislerini kabul etmek anlamına gelir.

Ama “Kuran bize yeter” diyenleri suçlayanlar farkında olmadan  “Kur’an Yetmez” dediklerini düşünemiyorlar bile.

Dine sokulan Hurafelerin,bidatlerin,israiliyat kültürünün çoğunlukla Allah Rasulüne isnat edilen rivayetler üzerinden gerçekleştirildiği malumdur.

Rasulullah’ın ahlakı Kuran idi.O’ndan Kurana aykırı ne bir söz sadır olur ne de amel/eylem.Zaten buna Allah’ta izin vermezdi.

Hakka 44,45,46,47,48,49,50,51,52 ayeti celilelerine kulak verniz; “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette onu bundan dolayı kıskıvrak yakalardık; sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz buna engel de olamazdınız. Doğrusu O takva sahipleri için bir öğüttür.İçinizde (O'nu) yalan sayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.Muhakkak O kafirler için bir iç yarasıdır. Ve O kati bilginin ta kendisidir. O Halde Ulu Rabbinin adını yüceltip noksanlıklardan tenzih et.  ”

Bir başka önemli hususta şudur;

İdeolojik Hadisçiler “kurnazlık” yapıp, “Sünnet İnkarcıları” suçlaması yaparak, biri birinden çok farklı anlayışları hatta çok lokal/marjinal (Edip Yüksel,Yaşar Nuri gibi) sapkınların Sünnet ve Hadis inkarcılığını, genelleme yaparak; Sahih Sünneti,Kuranla çelişmeyen Hadisleri kabul eden mü’minleri töhmet altında bırakacak bir söylem geliştirdiklerini görmekteyiz.

Oysa Hadisle Sünnet gerek nakli ve gerekse tabiatı gereği biribirden çok farklıdır.Evet Sünnet Rasulullahın Dini Pratiğidir,Hadiste Rasulullahın din konusuna giren konularda söylediği sözlerdir. Ancak Sünnet, Rasulullah hayattayken Müslümanlar tarafından kabul edilen,bilinen ve nesilden nesile uygulanarak günümüze gelen uygulamalarıdır.Sünneti konu edinen Hadislerin sahihliğine Sünnet delil teşkil edmektedir, bunlar dışındaki rivayetler için ayni şey söz konusu değildir.Sorunda zaten buradan çıkmaktadır.O rivayeti gerçekten Rasulullah söyledi mi söylemedimi? Bu rivayeti Rasulullah söylemez demek hadis inkarcılığı anlamına gelmez,sünnet inkarcılığı ise hiç değildir.Yoksa hiçbir Müslüman, Rasulullah hayattayken; Dini konulardaki Sözlerine (Hadis) muhalefet etmemiş,Sünnetine(Dini uygulamalarına) ise hiç itiraz vaki olmamıştır.Olamaz da! Yalnız zaman zaman “bu vahiy midir,sizin şahsi görüşünüzmüdür” diye de sorulmuştur.Ki Vahiyle, Rasulullah'ın görüş ve sözleri arasındaki farkı Sahabenin bildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Halihazırdaki Hadis Külliyatındaki rivayetleri Kuranla kritik edilmesi gerektiğini savunan Müslümanları “hadis/Sünnet İnkarcısı” ilan edenler,Hadis İmamlarının 600-700 bin rivayetten eleye eleye oluşturdukları eserlerindeki hadis sayısını da dikkate aldığımızda,284 civarındaki Rivayette ittifak edebildiklerinin ne manaya geldiğini analiz edemiyorlar. Hadis imamlarından sahih/mütevatir gördüğünü diğeri kayda değer bile bulmamıştır.Bu doğaldırda.Zira Hadislerin mevcudiyeti ve nakli;zanni delillere bağlı olmuştur.Bunun içindirki bir hadis imamının sahih gördüğünü diğeri mevzuu/uydurma görebilmiştir.Yada bir raviyi güvenilir bulan Hadis İmamına karşılık diğer bir Hadis İmamı güvenilir bulmamıştır. Bu hususu dikkate almadan “hadis inkarçılığı”  suçlaması, kimse kusura bakmasın cahilce bir suçlamadan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Şimdi yukarıdaki bu Rivayeti birde Rabbimizin Kuranla ilgili şu ayeti Celileleri üzerinde tedebbür ettikten sonra bir düşünelim.

“İşte sana da böyle, emrimizden bir ruh/can vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz Kur'ân'ı, kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ilettiğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz sen doğru yola götürüyorsun.” Şura 52

 “Doğruluğunda şüphe olmayan bu Kitap muttaqiler için hidayettir.” 2/2

“De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O hakkı anlatır ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” Enam 57

“And olsun, size öyle bir kitap indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Enbiya 10

“Bu Kur'an, insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir kavim için yol gösterici ve bir rahmettir o.” Casiye 20

Bu (Kur'ân), kendisiyle hem korkutulsunlar, hem O'nun ancak bir tek İlâh olduğunu bilsinler, hem de (istikametli) akıl sâhibleri ibret alsınlar diye insanlara bir tebliğdir.
İbrahim 52

“Rabbinden sana vahyedilene uy! Allah, yapmakta olduklarınızdan en iyi biçimde haberdardır.” Ahzap 2

“Onlara şunu söyle: "Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem ben! Size ben bir meleğim de demiyorum. Yalnız bana vahyedilene uyarım ben!" Sor onlara: "Körle gören bir olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?" Enam  50

“Rabbinizden size indirilene uyun; O'nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin! Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” Araf 3

“…. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” Maide 45

Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan kitap, kendilerine yetmedi mi? Bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” Ankebut 51

Göklerin, yerin melekutuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bak(ıp ibret al)madılar mı? Peki bun(a inanmadık)dan sonra hangi söze inanacaklar?
Araf 185

 “Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kafirler toplumunu yola iletmez.” Maide 67

Helal ve Haramı ancak Allah koyar Elçiler ise bunu insanlara duyurur.Devlet başkanı olarak Allah elçilerinin;Müslümanların maslahatı ve sosyolojinin gereği  koyduğu yasaklar,kurallar dinde ki helaller ve haramlarla ilgisi yoktur.Bu gün de devletler bir takım yasaklar,kurallar,yaptırımlar vazediyor; bu toplumun maslahatı,toplumsal,ekonomik ve siyasi hayatın düzen içinde akışını sağlamak için gerekliliktir.

 “Şunu da söyle: "Allah şunu haram etmiştir diye tanıklık edip duran şahitlerinizi getirin." Eğer tanıklık ederlerse sakın onlarla birlikte tanıklık etme! Ayetlerimizi yalanlayanlarla âhirete inanmayanların keyifleri ardınca gitme! Onlar, kendi Rablerine başkalarını denk tutuyorlar” Enam 150

Bilgisizlik yüzünden beyinsizce, çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki ziyana uğradılar, saptılar, yola gelici de değiller!
” Enam 140
Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü "Şu helaldir, şu haramdır," demeyin, sonra Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” Şuara 116

De ki: “Ne oldu size de, Allah'ın size rızık olarak indirdiği şeylerden bir haram bir de helâl yaptınız?” De ki: “Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?”?” Yunus 59

 “De ki: “Ben peygamberler arasında türedi biri değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıyım.” Ahkaf 9

Bunun gibi onlarca ayeti kerimeyi göz ardı edip;gerektiği gibi iman edip uymayanlar;varlığı zanni olan bir rivayetin (tüm rivayetler için geçerlidir bu) peşine düşerek,Kuranda eksiklik,yetmezlik vehmedenler;ne Kuranı doğru anlayabilir,ne Kuran onlar için hidayet olabilir.Rasulullah onlar için örnek olmak şöyle dursun;”sümük şerif”,”sidik şerif” uydurmalarıyla şeytanı la kendilerine güldürürken,İslamın ve Mü’minlerin yüzünü kızarttıklarının farkında değiller.

Unutulmamalıdır ki; içinde şüphe bulunmayan bu Kuran muttaqiler için hidayettir.Kim ihlas ve samimiyetle Rabbine yönelir,Rabbinin öğüdüne uyma iradesi göstererek kulak verirse;Kuran ona yeter;o Rabbinden razı Rabbi ondan razı olmuş olur.Amma taqva olmazsa olmaz!

Alim olan Allah’tır ve Allah cc en doğrusunu bilir.